Son Dakika
Müslümanlara ve İslam’a derin bir kin besleyenlerin, inanç özgürlüğünü savunur gibi yaparken,“inançlı” insanlar üzerinde tahakküm kurma ve kendi görüşünü dikte etme konusundaki katı tavırlarını anlamakta her zaman zorlanmışımdır.
Ancak burada tartışma konusu yapmak istediğim asıl husus, İslam dini ile ilgili ekranlara sıkça gördüğümüz “ünlü” ilahiyatçılarca başlatılan tartışmalar ve söz konusu tartışmaların muhtevasının oryantalistlerin ortaya attıkları konular ile paralelliğidir. Bu durum, toplumun ilgi alanında bulunmayan hususların sık sık gündeme getirilmesindeki amaç üzerine düşünmeyi gerekli kılmaktadır.
Bir alanın uzmanı ile o alandan olmayanlar arasında “bilgi düzeyi ve bakış açısı” farklarının olması anlaşılabilir bir durumdur. Buradan hareketle ilahiyatçıların kendi aralarındaki tartışmaların toplumu çok da ilgilendirmediği söylenebilir. Televizyon ekranlarında dini içerikli programları sunanlara,izleyicilerin sorduğu sorulara bakarak bunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Evde temizlik yaparken elektrik süpürgesi ile karıncaları çekmenin, internetten oyun indirilmenin, sosyal medyadan yiyecek-içecek paylaşımı yapmanın günah olup olmadığını soran bir halk için mezhep, hadis, ayetler ile ilgili tartışmaların pek de gündemlerinde yer almadığı söylenebilir.
O halde bazı dini hususlar neden ısrarla gündem yapılmak istenmektedir. Tarihe ünlü bir reformcu olarak geçmek, gerçeğin peşinde yılmaz bir araştırmacı olduğunu ispatlamak, halkı bilinçlendirme sorumluluğu hissetmek vb. saiklerle mi hareket edilmektedir?
Oryantalist bakış açısının güdümündeki ilahiyat alanındaki akademisyenlerin büyük bir kısmı, sosyal bilimlerin konuları arasında bulunan düşünsel yönlendirme ve fikir aşılama konusunda yeterli deneyime sahip olmadıklarından telkine açık halde bulunmaktadır. Eğer kitaplarında ve tv programlarında gündeme getirdikleri konular oryantalistlerin kitaplarından alınan hususları barındırıyorsa bilin ki tutağa düşmüş veya düşmek üzeredirler.
“Şuurlu” oryantalistler, Charlie Hebdo dergisinin yaptığı gibi direk İslam’a ve onun peygamberine direk saldırmazlar. Ilık suda bekletilen kurbağa taktiğini uygularlar. Kurbağa ve sıcak su deneyini duymuşsunuzdur. Kurbağayı bir kapta bulunan sıcak bir suyun için atarsanız hemen tepki verir ve zıplayarak kendini dışarı atar. Ancak ılık bir suyun içine koyup alttan hafifçe ısıtmaya devam ederseniz, yavaş yavaş gevşer ve su kaynasa bile gerekli tepkiyi veremez. Oryantalistlerde ilk aşamada şüpheye düşürme ve tartışma başlatma taktiğini uygulamaktadırlar. Bu konuda son derece birikimli ve deneyim sahibidirler. İkinci aşamada ise kendilerini geri çekerek bulabildikleri ve etkilemeyi başardıkları “yerli” işbirlikçileri üzerinden fikirlerini pompalamaktadırlar.
Batılıların İslam’a ve onun müntesiplerine karşı bakış açılarını oryantalistlerin şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Edward Said, “Oryantalizm” adlı kitabında, oryantalistlerin Doğu’nun başta dini olmak üzere, edebiyatını, gelenek ve göreneklerini, dilini inceleyerek ne yapmak istediklerini açıkça ortaya koymuştur. Oryantalistlerin İslam dini araştırma ve yorumlamalarındaki gayelerinin ilki, hakikati aramaktan ziyade kendi dininden olanlar üzerinde İslam dinine karşı olumsuz bir algı oluşturmasını sağlayarak onların İslamlaşmasına engel olmak olduğunu söyleyebiliriz. Bunu da büyük bir oranda başarırken Müslümanları, özellikle de akademik alanda çalışanları çetrefilli sorularla karşı karşıya bırakmışlardır.
Oryantalist çalışmalarını özününe baktığımızda, İslam’ın ilahi bir din olup olmadığı, Müslümanların tarihte başka din ve kültürlerden ödünç aldıkları gelenekler, adetler, düşünceler ve modern dönemler için İslâm’da reform meseleleridir. Buradaki amaçlarının ikincisi ise İslam’ın kuvvetli yönlerini tespit ederek zayıflatmak ve kendi sömürgeci emellerini gerçekleştirmek için kullanmaktır.
Nitekim Guibert de Nogent gibi ilahiyatçı tarihçiler, İslami hiçbir kaynağa atıf yapmadan İslam’ı tanıtırken İslâm Peygamberi (s.a.) hakkında yazdıklarını haklı çıkarmak için “Kötülüğü, düşünülebilecek en üst düzeyi aşmış bir kişiyi, kötülükle anmanın hiçbir sorumluluğu yoktur.; İslâmiyet konusunda da;“Onun tüm hastalıklardan daha zararlı olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum.” demeyi ihmal etmemişti.Aynı art niyeti Batılıların bilimsel çalışma yapmak üzere kurdukları kürsülerde de görebilirsiniz. Cambridge Üniversitesi’nde bir Arap kürsüsünün kurulmasını öngören 1636 tarihli kararda; “…Asıl amacımız Doğu ülkeleriyle olan ticaretimiz aracılığıyla krala ve devlete yararlı bir hizmet sunmak, kilisenin sınırlarını genişletmek ve şu anda karanlıklar içinde yaşayan insanları Hristiyanlığa davet etmek suretiyle Allah’ın şanını yüceltmektir.”deniliyordu.
Çokça gündem yapılan tartışma konuların başında gelen,hadisler ile ilgili oryantalist bakış açısına kısa yoldan bir göz atalım.
19. Yüzyılın son çeyreğinde, William Muir(1819-1905) ve AloisSprenger(1813-1893)hadislerin güvenirliliğini tartışan ilk oryantalistler olarak göze çarpmaktadırlar. Nakillerin güvenirliliği, hadislerin sıhhatini sorgulayan metotların geçerliliğinin yanında Peygamber’in (s.a.) Risalet’ini, diğer ilahi dinlerden ve özellikle Hıristiyanlıktan nasıl ve ne kadar etkilendiğini ve bunun gibi daha pek çok İslâm’ın temel inanç ve kabullerini şüphe uyandırıcı bir üslûpla ele almışlardır. Sonraki oryantalistlerde onların ayak izlerini takip etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Ignaz Goldziher (1850-1921), Hz. Peygamber ve onun ilk tâbîleri tarafından yapılan her şeyin sünnet olarak kabul edildiğini; İslâmî sünnet anlayışının, eski bir Arap telakkisinin yeniden gözden geçirilmiş şekli olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. D.S.Margoriouth (1858-1940), Eaerly Development of İslâm (İslâm’ın İlk Devirlerindeki Gelişimi) adlı eserinde, Hz. Peygamber’in Kur’an’ın dışında geriye hiçbir sünnet ya da hadis bırakmadığını; Hz. Muhammed’den sonra ilk İslâm toplumunun uyguladığı sünnetin Hz. Peygamber’in sünneti olmayıp Kur’an vasıtasıyla tâdile uğrayan İslâm öncesi Arap örfü olduğunu; sonraki nesillerin bu örfe otorite ve normatiflik sağlamak amacıyla “Hz. Peygamber’in sünneti” kavramını geliştirip hadis mekanizmasını uydurduklarını belirtmiştir. Schacht (1902-1969) ise; erken bir devirde, teamül ve kaidevî örf anlamını taşıyan sünnet hakkındaki eski Arap anlayışının İslâm’da kendisini yeniden gösterdiğini; İslâm’la olan alâkası bakımından sünnetin esas itibarıyla hukukî bir ifadeden ziyade siyasî bir anlam kazandığını; dolayısıyla halifenin siyaset ve idaresini yansıttığını; üç çeyrek asrın sonuna kadar “Peygember’in sünneti” mefhumunun Kur’an’la bir seviyede müstakil bir düstûr olarak henüz yerleşmediğini; bu tabirin ilk dönemlerde Kur’an’da bildirilmiş ahkamın ötesine gitmediğini; Peygamber’in sünnetine uymak bizzat Peygamber’in yaptığı gibi ancak Allah’ın Kitabı’na uymaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Oryantalistlerin fikirlerindeki paralellik ortada. Maalesef, bir zamanlar orta halli bir medrese mezunun yanın ağzını dahi açamayacak kadar bilgiden yoksun olan oryantalistler bugün İslam dünyasındaki tartışmalar yön vermektedirler.
Döngüyü kırmak ve tersine çevirmek için Hristiyanlığı ve onun etrafında oluşan yapının tıpkı Oryantalistler gibi ele alınması gerekli kılmaktadır. Bu noktada, ne yazık ki Doğulu toplumlarda, Batıdaki gibi akademik bir bilim dalı olarak oksidentalizm mevcut değildir.
İslam’ı eğitimli genç nesle oryantalist bakış açısı ile aktarılması durumunda, kendi toplumunun dinini aşağılayan ve hor gören bir neslin ortaya çıkışın tanıklık edebiliriz. Bu yüzden Müslüman araştırmacıların ilmi olarak kendilerini geliştirmelerinin yanında, kendi araştırma metotlarını da geliştirmeleri önem arzetmektedir.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
29 Ekim 2024 Köşe Yazıları
29 Ekim 2024 Köşe Yazıları
21 Ekim 2024 Gündem, İstanbul, Kağıthane, Köşe Yazıları
05 Ekim 2024 Köşe Yazıları