Son Dakika
Kağıthane’de Uyuşturucu Operasyonu
Kağıthane’de motosiklet yayaya çarptı
Kağıthane’de İETT otobüsünü parçalarken yakalandılar!
Kağıthane’de şüpheli ölüm; silahla başından vurulmuş halde bulundu
Kağıthane’dekontrolden çıkan panelvan devrildi
Kağıthane’de 18 yaşındaki genç balerin odasında ölü bulundu
Milli irade, devletin ortaya çıkmasının özündeki bir “maya” olarak olmazsa olmaz derecede önemli bir unsurdur. Vazgeçilemez derecede önemli olan bir unsuru hiçe sayarak ayakta durabilmek, hâkimiyet mücadelesi verebilmek ve devletler ailesi içerisinde onurlu bir yere sahip olmak imkân dışıdır. O yönüyle; milli irade konusunun dünya ölçeğinde gelişim seyrini işlerken, özellikle Türkiye gibi çok yönlü ve ayrıcalıklı konumdaki bir ülkenin “milli irade” unsurunu ne derece önemsemesi gerektiği ve hiçbir şekilde söz konusu unsurla yabancılaşmaması gerektiğini hususlarını gözler önüne sermek istiyorum.
Bu anlamda öncelikle milli iradenin ne olduğu hususuna bakmak istiyorum: Milli irade; temsili demokrasilerde, bir ulusu oluşturan bireylerin iradeleri toplamından fazla olan bir üstün iradedir. Her bir bireyin iradesi kendi başına önemli ve vazgeçilmez unsur olmakla beraber; milli irade “liberal temelli küreselleşme sürecinin aşındırmalarına rağmen” bölünüp parçalanamaz bir belirleyiciliğe sahiptir. Egemenliğin kaynağını oluşturan milli irade; her bir bireyin sanki aralarında bir sözleşme yaparak ortak ve ayrı ayrı amaçlarını gerçekleştirmek üzere “iradelerinin toplamından daha üstün bir iradeyi” ortaya çıkarmaları sayesinde devlet, devlet vesilesiyle de yönetim sistemi ortaya çıkarılmıştır.
Pek tabii olarak; milli iradeyi sadece modern dönemler anlamında ele alıp, çok daha gerilere gittikçe hiçe sayma anlayışında olan otoriteler olmasına karşın; küçük bir beyliğin ortaya çıkması ve serpilerek devletleşme sürecine girmesinde bile bir ortak irade vardır; ama bu iradeyi, çağdaş bir kavram olarak “milli irade” şeklinde kavramsallaştırmasak da, ortada bir toplumsal sözleşmenin ürünü olan “üst irade” her zaman var olagelmiştir. Söz konusu “o” üstün iradenin oluşturduğu aşiret, beylik, derebeylik, devletçik, devlet ya da imparatorluk; her dönemin koşullarına göre, kendilerince en uygun bir yönetim modeline göre yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Bu bağlamda; dünya tarihi boyunca ortaya çıkmış aşiretler, beylikler, devletçikler, devletler ve imparatorluklar genellikle yönetim sistemlerine, sosyal yaşantılarına, kültürel geleneklerine, ekonomilerine ve askeri güçlerine göre birbirlerine uzak ya da yakın, dost ya da düşman, bağlantılı ya da bağlantısız olma durumlarını ya da ilişki düzeylerini ayarlamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla; modern dönemlerden önceki çağlarda, adı konulmamış “milli iradenin yansıması” ya da kendisi olan egemenliğin içe bakan yönü (iç egemenlik) mutlak üstünlüğünü her zaman kabul ettirirken, egemenliğin dışa bakan yönü (dış egemenlik) daha çok ortamlara ya da özel ilişkilere göre esnekleştirilmiştir. Zira evrensel irade ve onun şekillendirdiği bugünkü anlamdaki uluslararası örgütler ve uluslar arası hukuk düzeni özellikle 1648 sisteminden önceki dönemlerde yoktu ki, gruplar ya da devletlerarasındaki ilişkiler de belli bir kurallar bütününe ve evrensel ölçekte kabul görmüş bir düzene göre işletilebilsin…
Zaten dünyada yaşayan insanların iradelerinin temsili olarak bir araya getirildiği evrensel iradenin ortaya çıkarılma aşaması daha “çok yeni” olması nedeniyle, yeni dönemin taşları bile yeterince yerine oturtulamamıştır. Bu yönüyle; Avrupa merkezli devletlerin yaklaşık üç buçuk küsur asırlık ortak uğraşları neticesinde, bugünkü anlamda modern sistemlere hayatiyet kazandırılabilmişse de; Batı’nın ciddi anlamda güç kaybına uğramakta olması, çok kutuplu dünya sistemi öngörüsüne dayalı bambaşka bir evrensel düzen iddialarının şimdilerde piyasaya sürülmesine neden olmaktadır.
Her şeye rağmen Avrupalıların güçlenerek dünya sistemindeki üstünlüğü ele geçirme süreçlerinden itibaren, Batı medeniyetinin “İslâm Medeniyeti’nden devşirerek” şekillendirmeye çalıştığı bu günkü uluslararası sistemde “milli iradenin dışa bakan egemenlik kısmı” sistematik ve dengeli bir şekilde mutlaklığını tamamen kaybetmiştir. Bu yeni dönemdeki bağımlı, bağlantılı ve kontrollü devletlerarası ilişkilerin devletler tarihi içerisindeki ağırlığı neredeyse hiç hükmündedir. Ancak; model oluşturma yönünden bakınca, hem devlet sistemleri ve hem de küresel ölçekli yapılanmaların geldiği düzey, devletler tarihinin önemli bir sıçrayış dönemini oluşturmaktadır.
Pek tabii olarak; iki asır önce gerçekleştirilen Viyana Kongresi sonrası dönemdeki uluslararası sistemin yeniden inşa edilerek “norm esaslı ve kontrollü” bir şekle oturtulması sürecinde, maalesef “evrensel irade” tamamen başarısızlığa uğramış ve “bugünün dünya sisteminin temelleri” ancak iki büyük dünya savaşı sonrasında sağlıklı bir şekilde atılabilmiştir. Buna rağmen; özellikle iki asırdan beri “milli iradenin kapsam düzeyine, etkisi ve çeşitliliğine göre” farklılık içeren devletler; “her türlü amatörlüklerine” rağmen, belli bir uluslar arası normlar/kurallar, düzen ya da düzensizlik esasına uyarak yarım yamalak da olsa birbirlerinin seslerine kulak kabartıp, sağırlar diyalogunun ötesinde bir devletlerarası düzen kurma uğraşı vermişlerdir. Kuşkusuz ateşli silahların yok edici etkisinin hangi tehlikeli düzeye vardığını iki dünya savaşı deneyiminde gören evrensel irade, en sonunda Birleşmiş Milletler örgütünün “sözde üst egemenliğini” tanıyarak, her bir devletin dış egemenliğinin sınırlarını önemli ölçüde belirleme sürecini tüm devletlerin önüne sürerek kabul ettirmiştir.
İşin ilginç yönü; devletlerin dış egemenliklerini sınırlandırarak zamanla paçavraya dönüştürecek gibi görünen yeni uluslar arası sitem; Avrupa medeniyetinin tamamen karşısında olan medeniyet unsuru devletleri bile bu yeni uluslar arası düzene uymayı taahhüt etmek zorunda bırakmıştır. Dolayısıyla, her ne kadar günümüzde bile değişik yönetim sistemlerinde milli iradenin tanımı, kapsamı, etkisi ve önemi farklılık arz etse de; bugünün dünyasında geçerli olan ve küresel öçlükte kabul gördüğü varsayılan “milli irade” tanımı ve bunun özellikle dışa yansıyan kısmı “demokratik hukuk sistemlerine göre yönetilen devletlerde” kabul gören biçimindeki gibidir.
Bu bağlamda; bugünkü anlamda milli iradenin hâkim olduğu yönetim anlayışı “dünya tarihi” içerisinde çok fazla eskiye gitmemekte ve günümüzde bile bu noktada hala mesafe alamamış bazı devletler olmasına rağmen; dar çerçevede de olsa “halkın iradesini” dikkate alan, istişare kültürünü özümsemiş olan çok sayıda devlet ya da devlet tipini çağrıştıran siyasal yapılar günümüz dünya sisteminde “eşit güçler” olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Bununla beraber, demokratik hukuk sistemi temelli devlet yapıları “yaklaşık iki asra yakın bir dönemde” ancak aşamalı bir şekilde ve sınırlı sayıda ülkede kök salabilmişlerdir.
Pek tabii olarak; her çağın koşullarına en uygun olan yönetim sistemini geliştirerek uygulama alanına sokan devletler “diğer devletlere karşı” genellikle üstünlük sağlamışlardır. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca yönetim sistemlerine ve egemenlik anlayışlarına göre şekillenen irili ufaklı on binlerce çeşit devlet ya da devletçik tipleri ortaya çıkmış olmasına karşın, aralarından sadece onlarcası tarihe damgasını vurmuş, yüzlercesinin ismi ancak günümüze kadar anlı şanlı bir şekilde gelmişse, bunda, çağlarındaki en uygun yönetim sistemlerine sahip olmalarının büyük etkisi olmuştur.
Sonuç olarak; “milli irade ya da ulus egemenlik” temelli bir organizma olan devlet; doğuşundan itibaren sürekli üstün bir iradenin ürünü olarak ortaya çıkmış ve zamanla varlığını sürdürebilmek için, iradesinin ya da egemenliğinin dışa bakan kısmında mutlaklıktan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla; ulus devletin ayakta durabilmesi için milli iradesinin içe bakan yönünü (iç egemenlik) mutlak kılması, dışa bakan yönünü (dış egemenlik) ise küresel üstün irade ile paylaşması zorunlu hale gelmiştir. Ancak; bugünün küresel sistemini yönlendirmekte olan küresel derin güç odaklarının hedefinde “dünya devleti” inşa etme olması nedeniyle; ulus devletlerin iç egemen iradelerinin de sulandırılarak paylaşılabilir bir noktaya taşınması çalışmalarına ciddi anlamda hız verildiği görülmektedir. Bu sayede; dünya federal devletine göbekten bağlı on binlerce “kent devletinin olduğu” modern ötesi bir dünya düzeninin kurulabileceği hesaplanmaktadır. Bu noktada; yeni döneme de yön verme hevesine kapılmış olan Batı, bir taraftan “ABD ve Avrupa Birliği” gibi kıta devleti yapılanmalarıyla geleceğe hazırlanırlarken, geri kalan ülkeleri ufalayarak on bin civarında kent devletine dönüştürme hesapları gütmektedir. O nedenle; jeo-kültürel yönüyle, yaklaşık yarım asır sonraki dönemin küresel gücü olma potansiyeli taşımakta olan Türkiye’nin çok dikkatli olması, milli iradenin hiçbir yan unsurunu bile dışlamadan öncelikle çekirdek ülkesini ivedilikle inşa etmesi gerekir.
Bu bağlamda herkesi sağ duyulu olmaya sandıktan çıkacak netice ne olursa olsun EVET veya HAYIR saygılı olmaya kapanması mümkün olmayacak yaralar açmamaya birbirimize ve MİLLİ İRADEYE saygı göstermeye davet ediyorum…
yoldas-yusuf@hotmail.com
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
05 Kasım 2024 Köşe Yazıları
29 Ekim 2024 Köşe Yazıları
29 Ekim 2024 Köşe Yazıları
21 Ekim 2024 Gündem, İstanbul, Kağıthane, Köşe Yazıları